Kamu Görevlerinin Yargılandığı Soma Katliamı Davasının Karar Duruşmasından Tarihe Bir Not – Av. Mürsel Ünder

Kamu görevlilerinin yargılandığı 29 Nisan 2025 tarihindeki Soma Katliamı karar duruşmasında sendikamız avukatlarından Av. Mürsel Ünder’in duruşma esnasında yapmış olduğu beyanı paylaşıyoruz. 

Sayın Yargıç,

Ya saatlerce konuşmak ya da hiçbir şey konuşmamak arasında gidip geliyoruz. Size yeni ne anlatabiliriz ya da bu yargılamada yeni ne anlatabiliriz? Eksik bıraktığımız ne olabilir diye sorup duruyoruz. Hem kendi içimde soruyorum hem de meslektaşlarımızla yaptığımız sohbetlerde konuşuyoruz. Hâlâ yargı kararı, içtihat ve benzeri şeyler arayan meslektaşlarımın hem mesleki mücadele azmine hem de romantikliğine hayranlık duyuyorum açıkçası. Ben o kadar romantik değilim.

Biz 11 yıldır – yani katliamın üzerinden 11 yıl geçti – sadece kişisel bir şey olmadığı için övünmekte bir sakınca görmeyeceğim: Soma davası, Cumhuriyet tarihinin en iyi avukatlık performanslardan birini gösteren ekipler tarafından yürütüldü. Bu ekibin içinde olmaktan gurur duyuyorum. Gerek işin teknik hukuk boyutu, gerek ceza yargılamasıyla ilgili kısmı, gerekse de bunun hukuki ve politik bağlamını oturtma açısından performans anlamında çok üst düzey bir çabaydı.

Ama şimdi bir avukatın performansını ölçecek bir kaç kriter belirleyebiliriz. Bunlardan biri, müvekkil tatminidir. Müvekkillerimizin bizim avukatlık performansımızdan tatmin olduğunu düşünüyoruz. Ancak yargılamanın istediğimiz şekilde sonlanıp sonlanmaması bakımından açıkçası çok çok başarısız bir avukatlık pratiğimiz var.  Bu başarısızlığın sebebinin, bizim performans eksikliğimiz değil; uğraştığımız gücün büyüklüğü ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Karşımızda savaşmakta olduğumuz güç, kesinlikle yargıyı kendi cenderesi altına almış durumda. Hatta bizzat yargının kendisinin var oluşsal sebebinin sermayeyi ve patronları korumak üzerine kurulu olduğu; bizim bazen cezasızlık politikası dediğimiz, bazen de yargının sermayenin aparatı haline geldiği biçiminin bir görünümünü yaşadığımızı düşündüğümüzde işler biraz daha anlaşılır hale geliyor. Karşımızdaki güç, sadece yargıyı etkisi altına almakla kalmamış; neredeyse bizzat yargının varoluşsal sebebi hâline gelmiş: sermayeyi ve patronları korumak üzerine kurulu olduğu, bizim bazen cezasızlık politikası dediğimiz, bazen de yargının sermayenin aparatı haline geldiği biçiminin bir görünümünü yaşadığımızı düşündüğümüzde işler biraz daha anlaşılır hale geliyor.

Bugün geldiğimiz noktada, cezasızlık politikası hem yargı hem de siyasi yapı tarafından sistematik hale getirilmiştir. Soma Holding patronları ve onlara kol kanat geren kamu görevlileri bu sistem sayesinde hesap vermekten kurtulmaktadır.

Yargılama boyunca iş cinayetlerinde sorumluluğun kimde olduğu sorusu cevapsız kaldı. Oysa bizler defalarca, denetimin yalnızca kağıt üzerinde yapılmış olmasının yeterli olmadığını, kamu görevlilerinin de bu sistemin bir parçası olduğunu söyledik.

Bu davanın sonunda ne karar verilirse verilsin, biz burada yalnızca hukuki değil tarihsel bir sorumluluğu da yerine getiriyoruz. Adaletin sağlanmadığı her gün, Soma’da yitirilen canların hesabının verilmediği bir gün olarak tarihe geçecektir.

2015’te yargılamaya başladığımızda, dosya ekibimizin sözcülerimiz biri Avukat Selçuk Kozağaçlı, diğeri ise Avukat Can Atalay’dı. Her ikisi de bugün uydurma gerekçelerle yıllardır hapiste yatıyor. Her ne kadar bu tutsaklık farklı sözlerle açıklansa da tüm Türkiye kamuoyu biliyor ki dostlarımızın tutuklanmasının sebeplerinden biri, Soma Davası gibi yoksulların, ezilenlerin, mağdur edilenlerin yanında olmak, canı pahasına mücadele etmekti. Bizim açımızdan bu bir ödüldür. Onlar açısından da öyle olduğunu biliyoruz.

Yargılama süreci boyunca Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki her türlü hukuksuzluğu yaşadık. Bunları tekrar tekrar anlatmayacağım. Ancak herkesin yüzünü kızartacak, tüm yargı mekanizmasını yeniden düzenlemeyi gerektirecek onlarca rezaletle karşı karşıya kaldık. En son Yargıtay’daki ceza dairelerinde yapılan atamalar ve transferlerle birlikte rezil bir kararla karşı karşıya kaldık.

En son Yargıtay’daki ceza dairelerinde yapılan atamalar, transferler ve nihayetinde rezil bir kararla dosyanın tekrar döndürülmesi…

Şimdi ne usul umurunuzda, ne kanunlar umurunuzda, ne de kimin adına hareket ettiğinizle ilgili olarak sizi yasayla bağlayan herhangi bir şey umurunuzda. Hiçbir şey umurunuzda değil açıkçası. Dümdüz gidiyorsunuz. On birinci yılın sonunda siz de bu sürece dahil oldunuz. Peki biz size, sizi ikna edebilecek ne söyleyebiliriz? Yeni olan neyi söyleyebiliriz?

Tüm dosyaları okuduğunuzu varsayarak söylüyoruz ama tüm dosyaları okumanıza bile gerek yok. Herhangi bir külliyatın küçücük bir kısmını – bir tane bilirkişi raporu, bir tane mahkeme kararı, bir tane savunma dilekçesi – okumuş olsanız, bu konuyla ilgili çok net fikirlere varmanız mümkün.

Ama yine de ikna olamıyorsunuz. Olamıyorsunuz.

Bir hukuk fakültesinde ceza genel dersini ya da ceza usul dersini veren bir hocanın öğrencilerinin dahi rahatlıkla çözebileceği bir dosyayken, bugün baktığımızda bu dosya çok alengirli, içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş durumda.

Şimdi biz size ne söyleyebiliriz?

Şairin şöyle bir sözü var, kendi ilişkisine dair: “Kurşun aktı kulaklarıma, bana yeni bir şey söyle diye.”

Sizin de kulaklarınıza kurşun akmış durumda. Size anlatabileceğimiz, söyleyebileceğimiz yeni bir şey yok.

Sadece kendimizi tekrar edeceğiz.

Ama bu tekrarlarımızda, en temel konularda dahi sizi ikna edemiyoruz.

Örneğin:

  • Kimin katılan olduğu meselesi,
  • Bizim dosyalara katılıp katılamayacağımız,
  • Bu soruşturmanın nasıl yapılacağı meselesi,
  • Neden iki, iki buçuk yıl boyunca burada bekletildiğimiz…

Bütün bu konularda, usul ve yasa açısından bakıldığında, sürekli ihlallerle karşı karşıya kalıyoruz. Sürekli ihlal görüyoruz. Gördüğümüz başka bir şey yok. Ama bu durumu şöyle değerlendirdiğimizde, burada bir emek-sermaye ilişkisi içerisinde; bu dosyaya dahil olmuş tüm yargı mensuplarının sermayeden yana, tereddütsüz bir şekilde saf tutmasıyla karşı karşıyayız. Ve siz, bu pozisyonun bir devamı hâlindesiniz. Bu yönüyle, yargı mekanizması sermayedarların tereddütsüz bir aparatı, bir tetikçisi hâline gelmiş durumda. Organik bir ilişkiniz olmasa bile, burada var olan güç ilişkileri içerisinde – patronların ve sermayedarların oluşturduğu güç ilişkileri – sizlerin karşı durma şansı yok.

Biz açıkça söyleyelim:
Buradaki yanlışlıklarınızın ve eksikliklerinizin hukuk bilgisi eksikliğinden kaynaklandığını düşünmüyoruz. Temsil ettiğiniz erk, temsil ettiğiniz güç ile ilgili bir sorunla karşı karşıyayız. Bu da bizim açımızdan yargıdan beklenti içine girmemizi daha da zorlaştırıyor.

Ama şunu da söylemek isteriz:
Biz 11 yıldır hiçbir şekilde vazgeçmedik. Bundan sonra da vazgeçmeyeceğiz.

İnatçıyız. Vazgeçmeyiz.

Sonuna kadar, her şekilde, her yolda, her kademede bu mücadelemize devam edeceğiz.

Onuncu yılın sonrasında ya da on birinci yılın sonunda siz bu sürece dahil oldunuz.
Dahil olduğunuz tarihten bugüne kadar görevlerinizi iyi şekilde yerine getiriyorsunuz. Belki insani olarak sizi değerlendirdiğimiz zaman daha makul gerekçeleriniz olabilir.
Yani burada, katledilen ailelerin duygularına eşlik ediyor olabilirsiniz. Belki evinize gittiğinizde bir rahatsızlık hissediyorsunuzdur. Bunlar birer olasılık. Bilemiyoruz sizin insani değer yargılarınızla ilgili pozisyonunuzu. Bazı yargı mensupları makine gibi davranıyor. Bunu bilemiyoruz. Ama böyle olmuş olsa bile, sizin buradaki sermaye ilişkileri içerisinde açıkçası bir pozisyon alabilme ihtimaliniz, olasılığınız hiçbir şekilde yok.

Dolayısıyla ben iyimser biri değilim. Kötümserliğimin sebebi, objektif nedenlere dayanıyor.
Aldığım siyasi eğitimle bağlantısını kurduğumda da bunu çok net bir şekilde yerine oturtabiliyorum.

Derneğiniz yok, örgütünüz yok, herhangi bir sendikanız yok.

Yargının – yani yargı erk’inin – sermayedarların istediği herhangi bir harekette, sizin mesleğinizde ya da savcıların mesleğinde küçücük bir adım atıldığında başa neler geldiğini görüyoruz. Gördüğümüz için de, muhtemelen ister istemez duygularınızla sermayedarların yanında yer alıyorsunuz; ya da bu içinde bulunduğunuz sıkışmışlık ve kapanmışlık içinde, sermayenin aparatı hâline gelmiş bir şekilde yargısal görevlerinizi yerine getiriyorsunuz.

Her iki durumda da aynı yola çıkmış oluyorsunuz.

Sahip olunan bir suç vasfı en azından görülmediği için, şu andaki pozisyonunuzda sahipliğin burada çok büyük bir önemi yok açıkçası.

Şimdi biz, “var olan sermaye yanlısı yargı pratiği” dediğimizde, bize çok beylik laflar ettiğimizi söylüyorlar.

Ama biz bugün, işte, 301 insan öldürülmüş, 162 insan sakat kalmış, onun dışında binlerce insanın çalışma hakkı elinden alınmış ve çok ağır, travmatik bir süreçle karşı karşıya kalınmış durumda.

Biz size bugün bunu hatırlatmak zorundayız:

Yaptığınız yargılama, 301 kişinin öldürüldüğü, 162 kişinin yaralandığı bir yargılamadır.

Bunu tekrar tekrar hatırlatmak gerekir.

Peki, tablo ne?

Geçmişteki şeyleri bırakın.

Bugünkü tablo şu:

Karşımızda altı tane meslektaşımız var – sanık vekilliği yapan.
Üç kişi SEGBİS ile bağlanmış durumda. Burada kaç tane sanık vardı, Sayın Başkan? Sayın Hâkim? 28 tane sanık var. Bunun sebebi sizsiniz. Sizsiniz.

Bu 28 kişi duruşmaya gelmeye bile tenezzül etmiyor. Herhangi bir adi kavgada, kiracı-mal sahibi arasında bile karar duruşması bu kadar ciddiyetsiz yapılmaz. Avukat tutmaya bile gerek duymuyorlar. Çünkü siz zaten görevlerinizi yerine getiriyorsunuz. Onların kaygılanacakları bir şey yok.

Kaygı bizde, telaş bizde. Duruşmaya dahil olabilmek için, konuşabilmek için kendimizi paralıyoruz.

Şurada iki kişi – evlatları, çocukları, eşleri katledilen insanlar – sadece iki cümle söylemek istediler… Onlar sadece iki cümle söylediler, iki söylendiler, Siz ise “duruşma düzeni” falan gibi şeyler söylüyorsunuz. Buna bile tahammül edemiyorsunuz.

Ama bu tahammülde bulunmak zorundasınız. Bu insanlar çok çok daha fazlasını yapabilirlerdi.

O kadar yüksek bir erdeme sahipler ki… Bu insanlar, 11 senenin sonunda, bir sürü rezillik yaşamış olmalarına rağmen hâlâ sizden, hâlâ “Adalet mülkün temelidir” lafından bir beklentileri var.

Bu, çok yüksek bir umut.
Çok çok yüksek bir umut.

Ama aynı zamanda yargı mekanizması açısından da düşünüldüğünde, çok sefil bir durumda yargı mekanizması. Sizin de içinde bulunduğunuz yargı mekanizması. Keyfiniz kaçıyor.

Mesela bizi katılan sıfatıyla kabul etmemenizle ilgili olarak çok uğraştık. Yeni vekâletler çıkardık kendi müvekkillerimize ve sizi ikna etmeye çalıştık. “Biz de suçtan zarar gördük” dedik. Şimdi bu, sadece eksik yorumlarınızla ilgili bir şey değil. Hizmet ettiğiniz yer bunu bu şekilde gerektiriyor. Burada da yargılamayı bu şekilde yapmak istiyorsunuz. İki kelime bile duymak istemiyorsunuz. Ama rahatsız olacaksınız. O insanlar 11 yıldır rahatsızlar ve hayatlarının sonuna kadar bu rahatsızlıkları devam edecek. Siz de buradaki suçunuzu, sorumluluğunuzu, eksikliğinizi ve bulunduğunuz konumu bir şekilde unutmamanız gerekiyor. Ve biz bunu hatırlatmak zorundayız, açıkçası.

Önce siz saygı istiyorsunuz. Müvekkillerimizden saygı istiyorsunuz. Ama yargının da, sizlerin de o saygıyı hak etmesi gerekiyor.

Ne yapmanız lazım?

Siz Türk milleti adına karar vermekle yükümlüsünüz. Yasa bu şekilde söylüyor. Türk milleti adına karar verme zorunluluğunuz var. Türk milletini temsil eden topluluklar var burada. Ama temsil ettiğiniz grup, kesinlikle yasanın size vermiş olduğu “Türk milleti temsiliyeti” meselesi değil.

Yerli veya yabancı fark etmeksizin, sermaye adına ve onların menfaati doğrultusunda her şey yürüdüğünü düşündüğümüzde, benim açımdan bu yargılama – Soma Katliamı davasının tamamı – çok berrak ve pürüzsüz bir şekilde ilerliyor. Ama siz bunu hukuk, yargı, kanunlar, içtihatlar denklemine soktuğunuz zaman, bir türlü oturmuyor.

Anlamlandıramadığımız bir düğüm var. Hukuk anlatmak ne kadar anlamlı, bilmiyorum ama…

Geçen duruşmada da söyledim: Yaşam hakkıyla ilgili ihlalin söz konusu olduğu durumlarda devletin, kamu otoritelerinin, yargı kurumlarının etkin soruşturma ve yargılama yükümlülüğü vardır. Geçen duruşmada size Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ve AİHM içtihatlarını detaylıca anlatmıştım. Tekrar ihtiyaç olursa, bakılabilir.

AİHM diyor ki: “Doğal olmayan sebeplerle ölüm olaylarının incelenmesinde bu yükümlülük daha da yüksek bir özen gerektirir.”

Şimdi bunu size etki edeceğini düşündüğüm için değil, çünkü siz hiçbir etkilenmeye açık olmadığınızı, neredeyse polyester gibi bir dayanıklılığınız olduğunu zaten gösteriyorsunuz..

Biz burada, bundan sonraki mücadelemizde de kullanabilmek amacıyla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesindeki yaşam hakkı ihlali ve 13. maddesindeki etkili başvuru hakkı ihlali ile ilgili olarak çok ağır ve baştan sona yanlış kararlar verildiğini görüyoruz. Siz ne karar verirseniz verin – tersine çevirip bizim istediğimiz şekilde ağır cezaya yönelseniz bile – şu anda etkili başvuru hakkını ihlal etmiş durumdasınız.

Bizzat siz ihlal etmiş durumdasınız.

Şimdi, sanıkları o kadar serbest bıraktınız ki – demin söyledim – burada duruşmada hazır bulunmamaları… 28 kişinin sanık olduğu bir davada, inanabiliyor musunuz buna? Sanki buradaki insanlar sanık ve sanıkların yakınları. Sanıklar ortada yok. Göremedim. Bir tanesini bile göremedim. Ben bu dosyayı başından beri takip ediyorum. Bir tane sanığın yüzünü tanımıyorum.

Yüz yüzelik ilkesini ihlal ettiniz.

Bir tane sanığa soru soramadım ben. Soru soramadım.

Basit bir soru bile soramadım:

“Sen ne yaptın?”

Bu sanığın ceza alması için bir tane soru sordun mu? Bir şey yaptın mı?

Hayır, yapamadım.

Sizin yüzünüzden yapamadım.

Sizin sayenizde yapamadım.

Ve burada hâlâ aynı şekilde devam ediyorsunuz. Karar vereceksiniz.

Sizi reddedip etmemeyi de düşündük açıkçası. Ama şöyle, sizi reddetmemizin de bir şeyi değiştirmeyeceğini biliyoruz. Çünkü kurulan mekanizma… Keşke durum sadece sizinle ilgili olmuş olsaydı. Siz bu aparatın sadece küçük bir parçasısınız. Bir dişlisiniz. O aparatın içinde küçücük bir hareket yapmış olsanız, dışına itileceğiniz bir durum olur. Hepimiz biliyoruz. Siz de biliyorsunuz. Öyle bir cesaretiniz yok. Keşke daha onurlu bir tercih yapmış olsaydınız. Burada hukuku uygulamış olsaydınız… Ve bundan sonrası için, hem mesleki kariyerinizde hem insan haysiyetiyle ilgili olarak hem de değer yargılarınız bakımından çok saygıdeğer bir yerde geçmiş olurdunuz. Bu bir tercihtir.

Diğer tercih de, yargılamanın başından beri devam eden, Soma Katliamı davasının başından beri süregelen sermaye yanlısı tutumun şimdi size devredilmesi ve sizin de bu süreci basıp geçmenizdir.

Umarım yanılırım. Umarım bizi yanıltırsınız.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesindeki yaşam hakkı ihlali ve 13. maddesindeki etkili başvuru hakkı ihlali, sizin yargılamanızda ve sizin davranışlarınızda tekrar tekrar gerçekleşmiş durumda.

Sanıkları “şımarma” noktasına getirdiniz, hatırlarsanız söylemiştim.

Sanıkları şımartma şöyle bir şey: O kadar rahatlar ki, – duruşmada hazır bulunmamayı bırakın – Biri çıkıp diyor ki: “Bu ceza yargılamasının konusu olmamalı. Bunlar idari yargının konusudur.”

Ya 301 insan ölmüş, savunmaya bakar mısınız!

Diyor ki: “Bu idari yargının konusu olmalı.” 

Siz sebep oldunuz. Başlangıçta siz sebep olmasanız dahi, şu anki yargılama itibarıyla siz sebep oldunuz.

Nasıl böyle bir cümleyi kurarsınız ya? Ben utanırım açıkçası. Bir avukat olarak… Bir insan olarak utanırım.

Masumiyet karinem ihlal edildi diyen bir sanık var, sayın hâkim. Bu insanların yaşam hakkı ihlal edildi ya! “Masumiyet karinem ihlal edildi.” Ne demek bu? Nasıl bir savunmadır bu?

Tabii ki savunma hakkı herkesin vardır, kimseye bir şey söylemiyorum. Ama sizin de içinde bulunduğunuz, sermaye yanlısı bir yargılamanın ürettiği savunma hakkı nasıl bir şeye dönüşmüş görüyorsunuz. Sermayedarlara kol kanat geren kamu görevlilerinin nasıl hangi makamlara kadar gelebildiğini gösteren çok çarpıcı bir örnek bu.

Şimdi birkaç sanık savunmasından örnek vereceğim.

Bir sanık diyor ki: “Somut delillerden yoksunuz. Mevzuata uygun denetimler yapıldı. Cezaya hükmedilmemeli.” Kusur atfedilen birçok hususun müfettişlerin görev ve yetki alanı dışında kaldığını söylüyor. Denetim dışındaki olaylardan da sorumlu olmadıklarını iddia ediyorlar.

Şimdi…

Hangi birini neresinden anlatayım size?

Bunlara ister ceza yargılaması ister iş sağlığı ve güvenliği mevzuatı ister maden mevzuatı yönünden bakın, hepsi korkunç.

“Somut delillerden yoksun…”

301 kişi ölmüş, 162 kişi sakat kalmış! Daha ne delil istiyorsunuz?

Mevzuata uygun denetim yaptık diyor…

Bu kısmı, sadece sizi etkileyeceği için değil, ileride AİHM başvurularında işimize yarayabileceği için söylüyorum. Yani işverenin, teknolojik gelişmeleri dikkate alarak önlemlerini güncellemesi gerekir. Bu yalnızca işvereni değil, denetim görevini üstlenen tüm kamu görevlilerini de bağlayan bir yükümlülüktür. Aynı kanunun 5. maddesinin 1/e bendinde de “risklerden korunma ilkeleri belirlenirken teknolojiyle ilgili gelişmelerden yararlanmak” gerektiği belirtilir.

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde, denetim sorumluluğu taşıyan kamu görevlilerinin de, tıpkı işveren gibi, teknolojik gelişmeleri izleyerek gerekli düzenlemeleri yapmakla yükümlü olduğu açıktır. Yani sadece mevzuata uygun davranmak yeterli değildir; yeni ve daha etkili önlemler de uygulanmalıdır.

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 4. maddesinin 1. fıkrası (a) bendinde deniyor ki: “Sağlık ve güvenlik önlemleri değişen şartlara uygun hale getirilir, mevcut durum iyileştirilir.”

“Değişen şartlar” ibaresinin altını çiziyorum.

Bu ibare teknolojik gelişmeleri de kapsar. Yani teknoloji ilerledikçe iş sağlığı güvenliği açısından daha etkili önlemler geliştirilmeli ve işveren de bunları entegre etmelidir.

Aynı kanunun 5. maddesi 1. fıkrasının (e) bendinde de “risklerden korunma ilkeleri belirlenirken teknolojik gelişmelerden yararlanmak” gerektiği söylenir. Bu yükümlülük sadece işverene değil, denetim yapan kamu görevlilerine de yöneliktir.

6331 sayılı yasanın 4.1.a ve 5.1.e maddelerini birlikte okursanız, kamu görevlilerinin de bu yükümlülüğü taşıdığı açıkça görülür. Bu, sizin açınızdan da dikkate değer olabilir.

Şimdi bazı sanıklar diyor ki: “O tarihte görevli değildim.”

Peki, Park Teknik 2007–2008 yıllarında neden çekildi?

Çünkü iş sağlığı güvenliği ve metan sorunu gibi çok ciddi problemler vardı ve bunlar çözülemediği için çekildi. Bu bir risk tanımıydı. Bu risk, Soma havzasının kömür yapısı ve metan oranı ile birleştiğinde katlanarak büyüyen bir hal aldı.

Sanık kamu görevlileri bizden çok daha fazla teknik bilgiye sahipti. Biz avukatlar, davanın ilk dönemlerinde bu manipülasyonlara karşı hazırlıksızdık. Aramızda madenle ilgili ciddi bilgiye sahip olan çok az kişi vardı. Maden mühendisleri odasının başkanı bile – başlangıçta destek verdiğini sandığımız kişi – meğer sorumlular arasındaymış. Bu, bizi ayrıca dehşete düşürdü.

Ayhan Bey’in sayısız basın açıklaması, raporu, görüşü vardı. Meğer olaylara bizim anlattığımızdan çok daha fazla hâkimmiş. Ama çıkıp “ben o tarihte görevli değildim” diyebiliyor.

Yıllar içinde, milyonlarca ton kömür çıkarıldı, galeriler açıldı. Hiçbir kamu görevlisi gidip “Şu galeri açılmış, bir göreyim” demedi mi?

“Sınırları genişletmişsiniz, nasıl yaptınız?”

“Havalandırma projesinde ne değişti?”

Bunları sormak akıllarına gelmedi mi?

Bir kişi, sadece bir kamu görevlisi çıkıp sorsa – örneğin “Siz üretimi nasıl iki katına çıkardınız?” dese – bu katliamın etkisi en az %50 azaltılabilirdi. Ama yok. Kimse çıkmadı. Bugün hâlâ “masumiyet karinem ihlal edildi” diyebiliyorlar.

Ne büyük özgüven!

Bunu siz yarattınız. Bu yargılamayla, bu süreçle siz yarattınız.

Biz öfkeliyiz.

Onlar çok rahatlar. Çok çok rahatlar.

Zaman aşımıyla ilgili hedefinize ulaştınız. İddianamede TCK 257/2 uygulanmış.

Siz kamu görevlilerini yargılamadınız. Siz aileleri yargıladınız.

Siz bu düzenin suç ortağı oldunuz.

Yargı görünürde işliyor. Oysa ki sistematik, organize bir cezasızlık süreci işliyor.

Ne diyelim…

Bizim gibi birkaç kişi çıkıp “rahatsız edici sözler” söylemiş oldu. Siz ise görevlerinizi “kusursuz” yerine getirmiş oldunuz.