İKİ İŞÇİ LİDERİNİN ÖLÜMÜ VE YAŞAYAN ÖZGÜRLÜK UMUDU – Faruk Eren

Haklarını isteyen ve uzun zamandır bunun mücadelesini veren Somalı madencilerden ikisi bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ama bu sıradan bir trafik kazası değildi. Bağımsız Maden-İş sendikasının genel Genel Başkanı Tahir Çetin ve sendika üyesi madenci Ali Faik İnter, diğer işçi arkadaşlarıyla birlikte hakları için bir kez daha Ankara’ya yürümeye çalışmışlardı. Önleri kesildi. Günlerce sokakta kaldılar. İki işçi önderi uykusuz ve yorgun geçen günlerin ardından Soma’ya dönerken araçları takla attı ve yaşamlarını yitirdi.

Aslında ülkenin her yerinde haksızlığa karşı direnişler sürüyor. Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve hocalarından İkizdere köylülerine, Adıyamanlı tütün üreticilerinden Tozkoparan’da evlerini savunan semt sakinlerine kadar.

Birçok fabrikada özellikle sendikalaşmak isteyen, bu nedenle işlerinden olan ya da haklarını arayan işçilerin direnişleri var. İki işçi önderinin ölümünün ardından Türkiye’de işçi sınıfının ne durumda olduğunu Birgün yazarı Aziz Çelik ile konuştuk.

BU KAZA DEĞİL CİNAYET”

Sözlerime başlamadan önce iki işçi önderinin, iki sendikacının, iki kendine has mücadeleci sendikacının Tahir Çetin ile Ali Faik Inter’in hatıraları önünde saygıyla sevgiyle eğiliyorum. Bu bir sıradan kaza değil, nasıl iş kazaları, iş cinayeti ise bu da bir cinayet.

Çok uzun süren hak arama mücadeleleri aslında onları yordu, yıprattı. Aslında bu trafik kazası da onlara yapılan haksızlığın yeni boyutu oldu. Bu cinayet, bu iki ölüm aslında Türkiye’de sendikal hareketin de bir aynası ve ayna tutacağımız bir olay.

“SENDİKALARIN NİTELİĞİ ÖNEMLİ”

Soma’da katliam olduğunda sendika vardı. Fakat bu sendika ne bu büyük cinayeti önledi, ne de sonrasında işçilerin hak mücadelesinin yanında oldu. Dolayısıyla sendikalaşma elbette önem taşıyor. Sendikalaşma oranları elbette önem taşıyor. Fakat sendikaların niteliği de son derece kritik bu noktada. Nitekim Soma’da var olan malum sendika işçilere hem daha öncesinde hem de büyük Soma katliamı sonrasında da sahip çıkmadı. İşçiler buna tepki olarak zaten bağımsız ve alternatif örgütlenmelere gittiler. Bağımsız Maden İş Sendikası da böyle bir mücadelenin ürünü olarak doğdu.

SENDİKALAŞMA ORANI DÜŞÜK

Türkiye’de sendikalaşma son derece zayıf. Oransal olarak baktığımızda resmi rakamlar bize yüzde 14’leri söylüyor. Fakat toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı olarak baktığımızda kabaca yüzde 7, 8 civarında da söz etmek mümkün. Bir diğer ifadeyle şöyle söyleyebiliriz: 15 milyon civarında işçi, ücretli var. Memurları dışarıda bırakırsak bunların 1 milyon 900 bini sendikalara üye görünüyor. Toplu sözleşme yapabilen işçi sayısı ise 1 milyon 200 bin ile 300 bin arasında değişiyor.

Dolayısıyla sendikalaşmanın genel olarak oldukça düşük olduğunu söylemek mümkün. Tabii bu iş kollarına da çok asimetrik dağılıyor. Yani özel sektörde çok az, kamu da biraz daha fazla. Madencilik gibi eski kamu işletmesi olan yerlerde, kamudan kalan yerlerde yüksek ama özelleştirilen maden işletmelerinde daha az olduğunu biliyoruz. İnşaatta, büro iş kolunda daha az olduğunu biliyoruz. Son zamanlarda daha da düştüğünü biliyoruz.

İŞÇİLER NEDEN SENDİKALAŞMIYOR?

İşçiler sendikalardan kaçmıyor aslında. Tersine çok sayıda örnekte de gördüğümüz gibi işçiler sendikalaşmaya çalışıyor, sendika üyesi olmaya çalışıyor. Sendikalı işyeriyle sendikasız işyerinin ortalama farkını zaten her işçi gördüğünde fark eder. Yani en azından iş yasalarının uygulandığı, ücretlerin nispeten iyi olduğu, işçinin en kötü sendikada bile nispeten korunduğu bir ortam olduğunu işçiler biliyorlar.

“SENDİKALAŞMA HAKKI PATRONLAR AÇISINDAN SATIN ALINABİLİR BİR HAK”

Benim bunca senelik deneyimim, işçilerin sendikalardan kaçmadığı yönünde. Ama işçilerin sendikalaşması durumunda karşılaştıkları zorluklar ve bedeller sendikalaşmayı zayıflatıyor ve engelliyor. Sendikalaşıyorsunuz, anayasal bir hak sendika üyesi oluyorsunuz, işten atılıyorsunuz, yargıya gidiyorsunuz. Çok uzun bir yargı süreci, bu yargı sürecini velev ki kazandınız işe iadenize karar veriliyor. Fakat işe iadenize karar verilince işverene deniyor ki “istersen alırsın istersen tazminatını verebilirsin”. Dolayısıyla Türkiye’de sendikalaşma hakkı patronlar açısından satın alınabilir bir haktır. Yani örgütleneni atar, mahkemeyi de kaybederse, bunun karşılığında da işçi önderlerine tazminat verir. Anayasal bir hakkın satın alınabilir bir hak olduğunu söylemek lazım.

Bence Türkiye’de esaslı bir iş güvencesi sisteminin olmayışı sendikalaşmayı zayıflatıyor. Onun ötesinde yasal düzenlemeler, patronların baskısı, idarenin, yürütmenin, hükümetin, bakanlığın ve benzerini yaratmış olduğu bir dizi zorluktan söz etmek, bunların da öneminin altını çizmek lazım. Bunları hafifsememek lazım. Çünkü son yıllarda çok sayıda işçi direnişinin, büyük işçi direnişlerinin sendikasızlaştırmaya karşı yapıldığı da burada hatırlatmak isterim.

GELENEKSEL SENDİKACILIĞIN SORUNLARI

Bunun yanında tabii sendikaların burada kabahati yok mu? Elbette var. Pek çok sendika belli bir üye sayısına ulaştıktan sonra o üye sayısıyla mevcut çarkını döndürüp yeni bir örgütlenme riskine girmeyi istemiyor. Türkiye’de bir avuç sendika örgütlenmeye çalışıyor. Yeni yerlerde örgütlenmeye çalışıyorlar, büyümeye çalışıyorlar ama bir bölümü de mevcut üyelerle aidat sistemi dönsün istiyor ve bunun dışında da başına anlatmak istemiyor. Böyle bir gerçek de var. O yüzde bazı işkollarında bir sendikal mücadele göremiyoruz ya da yeni örgütlenme girişimleri göremiyoruz. Bazı işkollarında ise kıran kırana bir mücadele görüyoruz. Senin söylediğin gibi geleneksel sendikaların işçiyi örgütlemekten kaçılması ya da bunun yaratacağı sıkıntılardan, mücadeleden kaçınması gibi bir sorun da var. Bunun da altını çizmek lazım. Türkiye’de sendikaların çoğunluğu bir kıyasıya örgütlenme mücadelesine girse, bugünkünden daha iyi bir tablo olacağına inanıyorum.

“GEÇMİŞTE BAŞARILDI, YİNE BAŞARILACAK”

İktidarı, işvereni koruyan, kollayan bir anlayışla sendikal hareketin güçlenmesi mümkün değil. Bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran ve demokratik bir iç işleyişe sahip, şeffaf bir iç işleyişe sahip sendikal hak dışında başka bir seçenek yok. Bu zor ama geçmişte de başarılan bir şey. Geçmişte de bu tip sendikacılık söz konusu oldu. Yani güdümlü sendikacılık söz konusu oldu ve buna karşı alternatif, bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran işçinin iradesine dayanan sendikacılık gelişti. Ben bundan sonra da bunun gelişeceğini inanıyorum. Bunun nüveleri olduğuna inanıyorum. 

“İŞÇİLERE GÜVEN VEREN SENDİKAL ANLAYIŞ GEREKLİ”

İşsizlik çok ciddi bir sopa işlevi görüyor. Hem işçileri birbirine düşürüyor, birbirleriyle rekabet ettiriyor. İçeridekiler ve dışarıdakileri birbirleriyle rekabet ettiriyor. Hem de çalışanların örgütlenmesi durumunda onları terbiye edici bir sopa işlevi görüyor. İşten atılma tehdidi, yeni iş bulamama tehdidi ve bunu sağlayacak güçte bir sendikal güvence yerinde olmayışı… Yani İşçiler örgütlendikleri zaman eğer sendikalarına güvenirlerse, o güveni vermişse sendika çok uzun bir mücadeleyi göze alan işyerleri ya da eylemler söz konusu olabilir. Ama bunun için tabii çok az örnek var. Yani bu tip işçiye güven veren çok az örnek var. O nedenle işsizlik başlı başına sadece sendikalaşma için değil genel olarak hak arama mücadelesi açısından ciddi bir caydırıcı güç olarak işverenlerin elinde bir sopa olarak duruyor. İşçi sınıfını terbiye eden bir araç olarak çok önemli bir işlev görüyor. Ama her zaman böyle oldu. Bugüne özgü bir iş değil bu. İşsizliğin azaldığı dönemler oldu ama 200-300 yıllık sanayileşme ve kapitalizmin tarihe baktığımız zaman işsizlik her zaman böyle bir işlev gördü. Ama buna rağmen bir sendikalaşma mücadelesinin de paralel yürüdüğünü unutmamak gerekir.

SİYASET İŞÇİ SINIFINI UNUTUYOR MU?

(“Siyasetçiler neden hep esnaf ziyareti yapıyor da fabrikaları, işçileri ziyaret etmiyorlar? Esnaf sayısı işçi sayısından fazla mı?” sorusu üzerine) Tabii çok açık bir fark var. Geçmişte bir iki fabrika ziyareti, maden ziyareti falan olurdu. Ama son zamanlarda haklısın fabrika ziyareti yok. Belki esnaf sokakta olduğu için, daha görünür olduğu içindir. Türkiye’de esnaf da bu pandemi döneminde çok ciddi sıkıntılar çekti. Ama Türkiye’de 15 milyonu aşkın bir işçi sınıfı var. Memurlarla 20 milyona yaklaşıyor ve dolayısıyla bunlar çalışanların yüzde 60, 70’ini oluşturur durumdalar. Bu ziyaretlerini fabrika içinde olur, sokakta olur, başka bir yerde olur, onların dertlerinden getirilmesi gerekir.

GEÇMİŞTE DE BÖYLEYDİ

(Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmeden önce grev gözcüsü gömleğiyle olan fotoğraflarının hatırlatılması üzerine) Demokrat Parti de böyle yapmıştı. Demokrat Parti de iktidara gelmeden önce CHP greve karşı çıkıyordu, Demokrat Parti grevi savunuyordu. Hatta Demokrat Parti o zaman “Grevsiz işçi silahsız askere benzer” benzetmesini yapardı. İktidara geldi ve iktidarı boyunca grev hakkını tanımadı. Yani oy getireceği düşünüldüğü zaman grevler ziyaret edilir. Ama iktidara gelindiği zaman işçi hakkı onları rahatsız eder. Özellikle sağ iktidarların neredeyse 60-70 yıllık böyle bir sicili var.

Emek hareketinin tarihinde böyle yıldızının parlamadığı çok dönemler olmuştur. O yüzden aslında bunu bir ümitsiz dönem olarak değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Bir zor zaman olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ümidi kaybetmemek gerekir. Tıpkı Bağımsız Maden İşçileri Sendikası altında mücadelesini uzun yıllardır sürdüren işçiler gibi.”

Kaynak: Kısa Dalga