1. Olağan Genel Kurulu Faaliyet Raporu

EMPERYAL İLİŞKİLER, ENERJİ POLİTİKALARI

Maden ve Enerji; doğalgaz, petrol ve kömür gibi birincil kaynakların çıkarılmasını, taşınmasını, kömür ve elektrik enerjisi üretim ve dağıtımını içeren ve bugün için yıllık hacmi trilyon doları aşan devasa bir sektördür. Enerjiyi önemli kılan yalnızca bu büyük ekonomik hacim değil, enerjinin üretimin temel girdisi ve toplumsal yaşamın temel bir gereksinimi olması nedeniyle taşıdığı stratejik pozisyondur. Maden, enerji üretim, iletim ve dağıtım kanallarının kimin elinde bulunacağı sorusu günümüz toplumsal-politik çatışmalarının ana gündemlerinden biridir. Maden ve enerji savaşları, enerji nakil hattı projeleri ve maden sahaları ve enerji özelleştirmeleri bu çatışmanın güncel görünümleridir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, milyonlarca dolarlık maden ve enerji piyasasının 800 milyar dolarlık dilimini oluşturmakta ve Türkiye’nin de taraf olduğu askeri çatışmalara sahne olmaktadır. Maden ve enerji kaynakları açısından zengin olmayan Türkiye, maden ve enerji zengini bölgeler ile enerji alıcısı bölgeler arasında bir köprü haline getirilmeye çalışılmakta, bu amaçla kıtalararası petrol/doğalgaz boru hatları ve enterkonnekte elektrik şebekeleri inşa edilmekte ve tasarlanmaktadır.

Son 30 yılda enerji piyasasını adım adım özelleştirmeye açan Türkiye 1990 yılından itibaren başladığı maden sahalarının fiili işletme haklarını devir süreçlerine 2010 yılından itibaren ise nerdeyse tüm maden sahalarını ve elektrik dağıtımını bütünüyle özelleştirmeye başlamış ve bu süreci bitirme noktasına gelmiştir. 2013 sonu itibarı ile dağıtım işletmelerinin tümü özelleştirildi. Üretimde de kamunun giderek azalan payının da özelleştirilmesi planlanmakta, bugünkü ana yönelimleri Hidroelektrik Santral (HES) ve Termik Santral İnşası olan özel enerji şirketleri teşvik edilmektedir. Büyük sermaye, yatırımlarını maden ve enerji üzerinde yoğunlaştırmakta, maden ve enerji alanındaki şirketlerin karlılığını güvence altına alacak politikalar iktidar tarafından yaşama geçirilmektedir.

Tüm bu süreçte egemenlerce sarf edilen “Enerji köprüsü olarak kalkınmak”, “Türkiye’nin artan enerji ihtiyacını karşılamak”, “enerji bağımsızlığını sağlamak”, “temiz enerjiye yönelmek”, “enerji piyasasını etkin ve verimli işletmek” gibi söylemler hayatta gerçek bir karşılığı olmayan demagojik ezberlerdir. Türkiye’nin maden ve enerji politikaları küresel emperyalizm tarafından Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşların işaret ettiği yöne paralel bir biçimde tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda yönetilmektedir. Maden ve enerji alanında, savaştan özelleştirmeye kadar her adım tekelci sermayenin ihtiyaçlarını güvence altına alan küresel bir enerji piyasası yaratma amacına hizmet etmektedir.

Neoliberal politikalar enerji alanındaki herhangi bir gelişmeyi emek ile sermaye, halklar ile emperyalizm arasındaki çatışmanın doğrudan bir parçası olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu durum, bir emekçi ailesinin evini aydınlatma ve ısıtma kaygısı ile emperyalist savaşları, bir maden işçisinin işyerindeki mücadelesi ile doğayı savunma mücadelesini birbirine bağlayan yeni bir toplumsal çatışma ve politikleşme sürecine işaret etmektedir.

A. Bölgemizdeki Emperyalist Çatışmalar Yayılıyor

Emperyalist kapitalist sistemin içinde bulunduğumuz aşamasının temel belirleyeni başat güç olan ABD emperyalizminin egemenlik krizidir. ABD emperyalizmi, küresel egemenliğinin temel dayanaklarından olan üretken gücünün, 1970’ler itibari ile diğer emperyalist güçler ve güç adayları karşısında göreli olarak gerilemesiyle karşı karşıyadır. 1970’lerin ardından Almanya ve Japonya, 2000’ler itibari ile de Çin (ve genel olarak Doğu Asya) emperyalist sistem içinde üretken güçleri ile öne çıkmaya başlamış, ABD karşısında bölgesel güç odakları ve belki de potansiyel rakipler olarak belirmiştir.

Bu durumda ABD, söz konusu güçlerin ekonomik gelişimini kontrol altında tutabilmek için mali ve askeri araçları daha yoğun kullanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, ekonominin kalbi ve can damarı diye nitelenebilecek olan maden dolayısıyla enerji üretim, iletim ve dağıtım kanallarını denetim altına almak temel hedef olarak öne çıkmıştır. Enerji kaynakları açısından zengin bölgeler ve bu bölgeleri dünya pazarlarına bağlayan yollar; işgaller, savaşlar, iç çatışmalar ve istikrarsızlıklar yoluyla emperyalist müdahalelere maruz kalmıştır. Dünyanın savaş ve istikrarsızlık haritasının maden ve enerji zengini bölgeler ve bu bölgeleri dünyaya bağlayan coğrafyalarla örtüşmesi tesadüf değildir.

Irak’ta ve Suriye’de yaşanan basitçe ABD’nin ülkeleri işgal etmesi değildir. Irak’ta ve Suriye’de rakip emperyalist çıkarlar çatışmaktadır. Savaşı tetikleyen unsurlardan birinin, Saddam Hüseyin’in petrolü ABD Doları yerine Euro ile satma önerisini gündeme getirmesi olduğu bilinmektedir. Yine bugün Suriye’de altı yıla yakın zamandır süren savaş tüm bölgeyi sarma eğilimi göstermektedir. Bu savaşın bir nedeninin de Rusya’yı baypas ederek Katar doğalgazının Avrupa’ya taşınmasıyla ilintili olduğuna dair ciddi iddialar vardır. Rusya’nın Almanya ile kurduğu doğal gaza bağlı ilişkilerin ABD’yi rahatsız ettiği bir sır değildir..

Gerek kendi topraklarında gerek diğer eski SSCB topraklarında (Güney Kafkasya, Orta Asya) yer alan enerji kaynaklarının çıkarılması ve dünya pazarlarına ulaştırılması üzerinde gittikçe güçlenen bir tekel kurarak dünya sahnesinde yeniden söz sahibi olan Rusya’nın pozisyonu bu bağlamda dikkat çekmektedir. 90’lı yılları krizler ve gerileme ile geçiren Rusya, 2000’lerin başında, SSCB’nin yıkılmasını müteakiben Orta Asya ve Kafkas enerji kaynaklarına göz diken, bu bölgelerde ekonomik ve askeri anlaşmalara imza atan ABD’nin karşısına dikilmeye başlamıştır. Orta Asya’daki ABD etkisini silip atmayı hedefleyen Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulmasından, Ağustos 2008’de Rusya ordusunun Gürcistan’a müdahalesine uzanan bir süreç içinde Rusya eski nüfuz alanlarındaki etkinliğini artırmıştır. Aynı Rusya, Avrupa’nın enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamakta, Avrupa doğalgaz tüketimi yüzde 60-70’ler oranında Rusya’ya bağımlı bulunmaktadır. Rusya Suriye’de oynadığı rolle yeniden Orta Doğu ve Akdeniz’e dönmüş gözükmektedir.

İran-ABD geriliminden dolayı İran’ın batıya açılma çabalarının sınırlanması, Türkiye-Azerbaycan ile Ermenistan sorunundan dolayı bu ülkeler arasındaki sınırların potansiyel nakil hatlarına kapanması, Irak’ta süren istikrarsızlık, Suriye krizinin geldiği durum, Suudi Arabistan/İsrail/ABD işbirliğinin yarattığı gerilimler ve bunların İran’a husumeti, gene Suudilerin Katar gerilimi ve Yemen işgali, gelişkin rafineri tesislerine sahip Türkiye limanlarının Doğu Akdeniz’in en gelişkin filolarından birine sahip olan Kıbrıs’a (Güney) kapalı olması gibi sorunlar enerji hakimiyeti sorunu ekseninde gelişen uluslararası ilişkileri doğrudan etkilemektedir. Kimi güçler bu sorunların çözümünden kimisi de sürekliliğinden beslenmektedir. Farklı emperyalist çıkarların kapıştığı ve ABD emperyalizminin egemenlik krizinden beslenen bir sürekli kriz durumunun şekillendirdiği bu askeri-politik süreçlere, maden sahaları ve enerji nakil hatları üzerindeki hakimiyet yarışı eşlik etmektedir.

B. Emperyalist Çatışmanın Ortasındaki Türkiye

Bölgemizdeki askeri çatışmalar, enerji eksenli emperyalist çatışmanın bir boyutuna işaret etmektedir. Türkiye’nin NATO üyeliği ve ABD müttefikliği kapsamındaki uluslararası askeri faaliyetleri de (Kürecik’e radar üssü kurulması gibi), son dönemde cilalanarak öne çıkarılan “aktif” dış politikası da, “enerji köprüsü” olma iddiaları da, Rusya ile yakınlaşma çabası da bu çatışmalarda rol kapma arayışının ifadesidir.

AKP iktidarı her şeye rağmen Irak’ın işgalinde ABD’ye yardımcı olmuş, Türkiye hava sahası, limanları ve üsleri komşu ülkenin işgalinde kullandırılmıştır. Gürcistan’ın NATO üyesi olma yolunda teşvik edilmesinde aktif rol alan Türkiye 2008’deki Rusya müdahalesine kadar Gürcistan ordusuna silah ve askeri eğitim desteği vermiştir. İran’a karşı bir tehdit olarak sürekli canlı tutulan, nükleer müdahale olasılığını de içeren ABD saldırısı gerçekleşirse Türkiye’deki üsler kullanılacaktır. NATO’nun stratejik konseptinde, “Müttefikler arası dayanışma ve ortaklarla işbirliği halinde enerji altyapılarının, kritik transit yolların ve bölgelerin korunması da dahil olmak üzere enerji güvenliğine katkıda bulunulacağı” vurgulanmıştır.

Özellikle “enerji köprüsü” olma iddiası tartışmaya değerdir. Türkiye gerçekten de coğrafi olarak Kafkasya, Ortadoğu ve Orta Asya ile Avrupa arasında bir doğal köprü konumundadır. Hâlihazırda inşa edilmiş ve işler durumda olan boru hatları; Kerkük-Yumurtalık, Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı ile Mavi Akım doğalgaz hattıdır. Türk Akım hala inşa aşamasındadır. Samsun-Ceyhan doğalgaz boru hattı inşa aşamasında, yakın zamanda yasal prosedürü tamamlanan Nabucco doğalgaz boru hattı da proje aşamasındadır. Ancak bu hatlar yüzyılın fiyaskoları olmuş ve Türkiye akıl almaz ekonomik zararlara uğramıştır. Bunun nedeni de küresel şirketlere verilen büyük imtiyazlardır.

Bölge halklarının emperyalizmden bağımsız çıkarları temelinde dayanışmacı politikalar izlemek de bir seçenektir. Ancak varlığını emperyalist projelere entegre olmaya borçlu olan Türkiye sermayesi ve onun temsilcileri açısında emperyalizme taşeronluk etmekten başka bir seçenek yoktur. Bu, Türkiye’de, ülkenin ve halkın toplamda zararına olmakla birlikte, sermaye gruplarının ve çürümüş siyaset erkânının çıkarınadır. Burada ülkenin ve halkın çıkarlarını ancak sermayeden bağımsız çıkarlara sahip kesimler yani, Türkiye işçi sınıfı temsil etmektedir. Bu anlamda sermayenin ve hükümetlerin “enerji köprüsü olacağız” propagandasının ardında gizlenen emperyalizm işbirlikçisi yağma siyasetine karşı, sınıf temelli bir anti-emperyalist ve dünya işçilerinin birliğini hedefleyen enternasyonalist çizginin önemi belirginleşmektedir.

C. Sermayenin Yeni Saldırı Alanı Olarak Enerji Ve Maden

Maden ve enerji, ekonominin temel girdisi ve temel toplumsal bir ihtiyaç olduğu için vazgeçilmezdir; keyfe bağlı olarak değil zorunlu olarak tüketilmektedir. Bütün bir toplumun zorunlu alıcı olduğu bu alan ekonomik kriz koşullarında sermaye açısından bir can simididir ve sermaye içi çelişkilerin ve yolsuzlukların da zirveye çıktığı bir alan haline gelmektedir. Bu özellikleriyle birlikte, yıllık milyar dolarları aşan bir hacmi olan ve bunun 800 milyar doları Türkiye’nin ortasında bulunduğu havzada dönen enerji elbette iştahları kabartmaktadır. Bu anlamda Türkiye’nin en büyük şirketlerinin enerji sektöründe olması tesadüf değildir.

Günümüzde SANKO gibi eski tekstilcilerden mühendislik şirketlerine, çokuluslu şirketlerinden Koç, Sabancı, Özyeğin, Eczacıbaşı, Ciner Grubu, Kolin, Çukurova Grubu gibi devlere geniş bir kesim yatırımlarda önceliği maden ve enerji alanına vermektedir. Türkiye sermayesinin yurtdışı yatırımlarında ilk sırayı enerji aldığı gibi, yabancı sermayenin Türkiye’ye en çok yatırım yaptığı alan da maden ve enerjidir. EPDK yetkilileri 2020’ye kadar enerji alanında 130 milyar dolarlık yatırım yapılacağından söz etmektedir. Bu büyük pastaya yönelik olarak farklı sermaye gruplarının ilgisi de büyüktür. Zorlu, Çalık, KOLİN, AKSA gibi AKP iktidarına yakınlığı ile bilinen grupların hızlı yükselişi aynı zamanda diğer sermaye grupları ile bir rekabeti de ifade etmektedir.

Birincil enerji kaynakları (petrol, kömür, doğalgaz) bakımından fakir olan Türkiye’de sermayenin ilgisi boru hattı projeleri ve rafineriler gibi yan sektörleri de kapsamakla birlikte, günümüzde asıl öne çıkan hedef ikincil enerji, yani elektriktir ve bu nedenle yerli kömür üretimi kritik hale gelmiştir. Özelleştirme, piyasalaştırma ve metalaştırma süreçleri ile ‘kamu iktisadi teşekküllerinin’, ‘temel kamusal hizmetlerin’ ve ‘doğanın’ sermaye yağmasına açıldığı neoliberal yeni sömürgecilik koşullarında, elektrik sektörüne yönelik de bir sermaye hücumu yaşanmıştır. 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca IMF-DB direktifleri doğrultusunda sektör parçalanıp karlılık mantığı ile işletilmeye başlamış üretim ve dağıtım alanları sermayeye açılmıştır. Maden ve elektrik sektöründeki bu piyasalaşma süreci, enerji kaynakları ve boru hatları üzerinden dönen emperyalist kapışma ile doğrudan bağlantılı olarak gelişmiştir.

Uluslararası sermayenin ve onun uzantıları enerji şirketlerinin 40 yıllık Türkiye tezgahı şudur: uluslararası sermayenin direktifleri, yerli sermayedarların yükleniciliği doğrultusunda Türkiye’de 2023 yılına kadar 100 bin Megavat elektrik enerjisi üretimi sağlanması planlanıyor. Planlara göre elektrik enerjisinin yüzde 25’i Türkiye’de 10 civarında belirli kömür havzası içinde ön plana çıkan Afşin-Elbistan, Yatağan-Kemerköy-Yeniköy, Kütahya- Gediz, Trakya , ve Soma havzalarından sağlanacak.

Uluslararası sermaye ile Türkiye hükümetinin anlaşmasına göre, doğal olarak kömüre dayalı enerji üretimi planlanan bu yerlerde maden sahalarının ve üretim ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi amaçlanıyor. Soma’da şu an yaşanan budur. Burada kömür üretiminin 100 yıla dayanan bir geçmişi vardır, fakat son on yılda büyük bir üretim kapasitesine tanık oluyoruz. Bugün Soma’da 2 ünitesi olan bir termik santral var ama yanına dört termik santral daha eklenmek isteniyor. Planlarda şimdilik görülen bu, belki 6-7 tane daha yapılacak. Bu çerçevede bakıldığında yeni maden sahalarının açılması zorunludur. Nitekim bunlar yapılmaktadır ve son bir yılda acele kamulaştırma ve doğrudan köylülerin topraklarını satın alma yöntemiyle değerinin çok altında bu topraklara el koyulmuştur. Bu uygulamalar devam etmektedir. Devlet ya kamulaştırdıktan sonra bu alanları şirketlere devrediyor ya da şirketler işe alma vaadi ile köylülerin topraklarını satın almaktadır.

Kamulaştırıldıktan ya da satın alındıktan sonra şirketlere devredilmesi planlanan bölgelerden bir tanesi Cengiz Kolin’in etkin olduğu içine Yırca’yı da alan bölgedir. Bu bölgede yasa yoluyla engellenen Kolin şirketi telafi olarak Somanın Kayrak Altı köyünü satın alarak yatırımlarını gerçekleştiriyor. İkincisi Eynez bölgesidir. Üçüncüsü bir kısmı Soma bir kısmı Kınık’ta kalan Elma dere bölgesidir. Bu kapsamda emek yoğun işçileştirme diyebileceğimiz bir süreç de gerçekleştiriliyor. Çünkü burada iş kollarında bir çeşitlendirme söz konusu değildir, insanlar madene bağımlıdır. Tarım tükenme aşamasındadır, çünkü uygulanan yanlış politikalarla küçük toprak sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayamayacak noktaya getirilmiştir. Tarım bugün yerli yabancı gıda şirketlerinin, eline geçmiştir. Toprak sahiplerinin büyük bölümü sömürü ilişkileri içinde fiilen gıda şirketlerine ücretli çalışanlarına dönüştürülmüştür. Tarımsal üretim sürecinde çiftçinin hiçbir kontrolü kalmamıştır. İpler iktidarın desteğiyle tamamen şirketlerin eline geçmiştir. Doğal olarak tarımdan geçinemeyen insanların büyük bölümü madenlere sürülmüştür. Madenlerde çalışan işçiler son yapılan seçime endeksli işten çıkarmalar gibi çeşitli oyunlarla seçimler öncesi açlıkla terbiye ederek siyasi iktidara biat eder hale getirilmeye çalışılmıştır.

Toplumsal tepki bu tezgahı bozar ya da bozma o başka bir tartışma konusudur. Örneğin Yırca’da önemli bir toplumsal tepki ortaya çıkmış ve santral inşaatı durdurulmuştur. Ama Kolin şirketi Somanın tahıl ambarı olan Kayrak Altı Köyü’nün arazilerinin önemli bir bölümünü satın alarak sorunu çözdü ve santral inşaatını bitirmek üzeredir. Maden işçisinin kendi kaderini eline alması ve yerel mücadelelerle bir araya gelerek patronların oyununu bozması elzemdir. Fakat var olan sendikalar maden işçisini bu yönde bir mücadeleye sevk etmekten acizdir, zaten buna niyetlenmezler de.

Özelleştirme, işçilerin açlıkla terbiyesi, verimli tarım arazilerinin ranta kurban gitmesi bu politikaların hiçbirini şu an Türkiye’nin toplumsal dinamikleri tersine çevirme gücüne sahip değil. Farklı bölgelerdeki mücadelelerin hepsi anlamlıdır, önemlidir fakat Yatağan’dan da öğrendiğimiz gibi ne kadar çok mücadele edersek edelim gerçek anlamda toplumsal muhalefet dinamikleri iktidarı sarsacak birlikte bir karşı çıkış örgütleyemedikçe, siyasi iktidar kendini ayakta tutacak tüm ekonomi politikalarını uygulayacaktır. Özelleştirme uygulamaları bu iktidar için stratejik bir önemi haizdir. İnşaat sektörü bu iktidar için stratejik önemi haizdir. Hükümet bunlardan geri adım atarsa iktidarda kalamayacağını biliyor. İçinde olduğumuz kriz koşullarında bu iki kendilerince stratejik önemdeki politikayı sürdürebilmelerinin koşulları giderek ortadan kalkıyor. Bunların önüne ancak ve ancak toplumsal güçlü bir muhalefet hareketi çıkabilir ve krizle ortaya çıkacak tepki bu noktada işlevsel olabilir. Unutmamak gerekir ki bugün özelleştirmenin ve maden sahalarının devrinin engellemesi demek AKP’nin iktidardan düşmesi demektir.

MADEN SEKTÖRÜNDEKİ UYGULAMALAR, İŞ KAZALARI, MESLEK HASTALIKLARI

ETİBANK, TDÇİ, KBİ, ÇİNKUR, KÜMAŞ’ı özelleştiren, TTK ve TKİ’ni rödovans ve taşeron uygulamalarıyla fiilen özelleştiren devlet ve sermaye grupları bu politikaları halka “satarken” anlattıkları teknolojik yenilenme, araştırma geliştirme faaliyetleri için yatırımlar yapmak bu yolla dünya pazarında yüzde birin altında olan maden üretimi payını yukarıları taşımak iddialarını çok küçük bir oranda yerine getirmişlerdir. Yapılan sadece emeğin daha yoğun bir şekilde sömürülmesi, doğanın daha büyük oranda talan edilmesi olmuştur. Madencilik sektöründe ne kazanım olduysa bu maden işçisinin kanı pahasına olmuştur. Bu tablo devlet ve sermaye gruplarından hesap sormayı zaruri hale getirmiştir. Son 30 yılda artan bir biçimde iktidarlar ve sermaye kesimlerince işlenen Türkiye’nin gelişmesinin önündeki engelin kamu kuruluşları olduğu, devletin küçültülmesi ve kamu faaliyet alanının daraltılması ile ülke sorunların çözülebileceği söylemi hız kazanmıştır. Bu söylemin iş kolumuza yansıması “kamu madencilik kurumlarının kapatılması, özelleştirilmesi, rödovans ile özel sektöre devredilmesi ya da kamu kuruluşların yapmakla yükümlü olduğu işlerin özel şirketlere gördürülmesi biçimlerinde gerçekleşti. Bu politikalar sektörde büyütme yaratacağı yerde küçülmeye neden olmuş, çevrenin tahribatı ile iş kazaları ve cinayetleri çoğalmıştır.

Özelleştirme, taşeronlaştırma, rödovans gibi patron yanlısı uygulamaların yoğunlaştırılması kamu madenciliğini küçültmüş, kamu kurum ve kuruluşlarında uzun yıllar sonu elde edilmiş olan madencilik bilgisi ve deneyim birikimini ortadan kaldırmıştır. Yoğun birikim ve deneyime sahip olan kurum ve kuruluşlar yerine üretimin teknik ve alt yapı olarak yetersiz deneyim ve uzmanlaşmanın olmadığı şirketlere bırakılması, buna ek olarak kamusal denetimin yeterli ve etkin bir biçimde yapılmaması, denetim mekanizmalarının patronlarca adeta kontrol altına alınmış olması iş cinayetlerini ve iş kazalarını artıran temel etmendir. Her yıl artan oranda iş kolumuzda cinayet ve kazalar yaşanmaya devam etmektedir. Üretim hacmi dünyaya göre epey düşük olmasına rağmen Türkiye’nin dünyada maden işçisi ölümlerinin oransal olarak en çok yaşandığı ülke olmasının, 1999 ve 2014’te maden işçisi ölümlerinde dünya rekorunu elinde bulunduruyor olmasının altı çizilmelidir. Ölüm oranı düşmeyen tek ülke olmasının nedeni işçi sağlığı ve iş güvenliğinin hem patronlar, hem de hükümetler tarafından hiçe sayılması, patronların kollanarak kar hırsının her şeyin önüne konulmasıdır.

İş kolumuzun giderek yoğunlaşan kronik hale gelmiş temel meselelerinden biri de meslek hastalıklarıdır. Meslek hastalığı bir mesleğin bünyesinde barındırdığı özel koşullardan kaynaklanır. Yeraltında, fabrikalarda, son derece partiküler ve değişik tozlu, gazlı ortamlarda, kimyasal, patlayıcı ve parlayıcı malzemeler, soğuk ve sıcak hava şartlarına bağlı olarak maden ocaklarında, ses, ışık, vardiyalı çalışma, yoğun iş temposu, mobbing, baskı gibi zor koşullarda çalışan maden işçisi kardeşlerimiz birçok meslek hastalığıyla karşı karşıya gelmektedir. Meslek hastalıkları gerekli teknolojik ve işçi sağlığı ve iş güvenliği önemleri alınırsa azaltılabilir. Ancak patronlar maliyet artırmamak için işçilerin geleceğini sakatlayan yöntemleri tercih etmektedirler. Solunum yolu rahatsızlığı, akciğer yetmezliği, akciğer ve diğer organlarda lekelenmeler oluşması, bel fıtığı, menisküs, kas hastalıkları patronların yarattığı bu kötü çalışma şartlarından doğmaktadır. Maden işçileri şayet iş cinayetlerin ölmediyse erken ölüme ya da hastalığa itilmektedir, ya da kazalarda sakat kalarak bir nevi yaşarken ölmeye mahkum edilmektedir.

Bağımsız Maden İşçileri Sendikası olarak işçi sağlığı, iş güvenliği kurallarına (İSİG) harfiyen uyulmasını sağlamak, meslek hastalıklarına yol açan koşulları ortadan kaldırmaya dönük mücadele etmek her iş yerindeki örgütlüğümüz açısından kırmızı çizgimizdir. Yoğun sömürü ve düşük ücretlere karşı mücadeleden bir önceki temel mücadele alanımız işçi sağlığı ve iş güvenliği alanıdır. Üyelerimizin hayatını düşünmek önceliğimizdir. Bizim örgütlü olduğumuz iş yerlerinde İSİG kurulların sendikamız üyesi, madencilik deneyimi yüksek kardeşlerimizi yerleştireceğiz, koşulları ve çalışmayı onların direktifleriyle yönlendireceğiz. Aksi tutumlara müsaade etmeyeceğiz.

MADEN İŞKOLUNDA SÖMÜRÜ VE ÖRGÜTLÜLÜK

Geçtiğimiz Kasım ayı yapılan ve Aralık ayının 25’ine kadar yapılacak olan ihalelerle, toplam 54 ildeki 700 maden sahası içinde teknolojik alt yapılı işletme, ayrıştırma vb tesislerin yapılması şartıyla patronlara peşkeş çekilecek. 700 yeni maden sahası binlerce yeni işçinin iş kolumuza dahil olması anlamına geliyor. Soma’da yakın zamanda Eynez Karanlıkdere, Güney Kısrakdere ve Kınık Elmalıdere mevkilerinde yaklaşık 350 milyon tonluk rezerv kömür sahası aralarında İmbat, Demirexport/Fernas’ında olduğu dört şirkete ihale edildi. Soma’da Demirexport, Kınık’ta Polyak işçi alımları yapıp yakın zamanda faaliyete başlamıştır.

Ülkemizde Toryum, Linyint, Bor, Barit, Feldspat, Mermer, Manyezit, Zeloit, Trona, nadir toprak elementleri ve sodyum sülfat gibi elementlerin önemli bir rezerv kapasitesi var. Yine altın, bakır, krom, kurşun, gümüş, antimuan, çinko ve taş kömürü rezerv sahaları da söz konusu. Geçtiğimiz yıllarda ve en son bu yıl ihale edilenlerle birlikte iki bine yakın yeni saha ihalesi yapılmış durumda. Enerji Bakanlığı “30 bin arama ruhsatı verdik” diye böbürlenmesinin geleceğe yansıması hem doğanın hem de emeğin sermaye tarafından ne düzeyde talan edileceğinin somut bir göstergesidir. Özellikle maden işçilerin kitlesel olarak çalıştırıldığı linyit işletmelerinde, ülkemizde 11.5 milyar ton linyit rezervi bulunduğu düşünülürse, işçileşmenin daha da yoğunlaşacağı, maden işçisi sayısının on binlerce artacağı öngörebilir. Altın, nikel, gümüş, bor, soda tuzu vb gibi değerli elementlerin çıkarılmasına dönük maden üretimlerinin son on yılda hız kazandığını görüyoruz. Uluslararası tekellerin ya doğrudan üretim içinde yer alarak ya da yerli aracı şirketleri teşvik yoluyla bu pazarı kontrol altında tuttuğunu görüyoruz.

Bağımsız Maden İşçileri Sendikası iki yüz binden fazla işçin çalıştığı son yıllarda hızla genişleyen bir iş kolunda, 301 maden işçisinin öldüğü 13 Mayıs 2014’teki katliamdan sonra, Soma’da bulunan İmbat, Polyak, Demirexport, Soma Kömürleri AŞ’de çalışan maden işçilerince oluşturulan Soma Maden İşçileri Meclisi üyesi yer altı maden işçileri tarafından kuruldu. İş kolunda sendika üyesi olan işçi sayısı 35 bin civarındadır. Yani iş kolumuzdaki her 100 işçiden sadece 17’si herhangi bir sendikaya üye ve bu sendikalarda (Türkiye Maden-İş ve Genel Maden İş Sendikaları) işçilerce çıkarcı ya da sarı sendika olarak tabir edilen sendikacılar hakim. İşverenlerin, devletin kontrolünde olan bu sendikalar işçinin gerçekliğine yabancılaşmış, koltuklarını korumaya yönelik her türlü işbirliği ve melaneti yapan unsurlarla dolu.

Soma Maden İşçileri Meclisi, Maden işçilerin yaşadıkları hak gaspları, sömürü, adaletsizler, önü alınmayan iş cinayetleri, iş kazalarına karşı işverenler ve devlet karşısında işçilerin ekonomik, demokratik hak ve çıkarlarını korumayı dikkate alarak, doğrudan işçilerin söz, yetki, karar süreçlerinden yoksun bir halde olduğunu ve bu örgütsüz halin devam etmesi durumunun maden işçilerini işverenlerin kar hırsına her gün daha fazla mahkum ve kurban edeceğini ve dolayısıyla ivedilikle yurt çapındaki maden ocaklarında çalışan işçilerle konunun istişare edilmesi kararını Eylül 2017’de aldı. Meclisin aldığı karar doğrultusunda Zonguldak, Bartın, Amasra, Murgul, İliç, Divriği, Kangal, İmranlı, Hekimhan, Akçadağ, Çeltek, Turhal, Eskişehir-Adularya, Muğla-Yatağan, Afşin-Elbistan bölgesinde maden işçileriyle iki tur toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantılarda oluşan meclis ve komiteler, geçmişte Zonguldak’ın temsil ettiği Madenci Başkenti özelliğinin bugün 16 bin civarında maden işçisinin çalıştığı Soma havzasında olmasından hareketle sendika kuruluş sürecinin Soma meclisince yürütülmesine ve 2019 yılının başına kadar bu kuruluş sürecinin tamamlanmasına karar verdi.

Aynı süreç içersinde Murgul Eti Bakır İşletmeleri’nde çalışan 900 arkadaşımızın direnişi ve işten atılmaları sürecinde Soma Maden İşçileri Meclisi ve avukatlarımız olarak onların yanlarında olduk. İşveren Mehmet Cengiz işletmeyi kapatıp 900 işçiyi kapı önüne koydu, Murgul halkı ve işçilerle yapılan toplantılar sonrası değişik biçimlerde sürdürülen direnişler sonucu 35 öncü işçi kardeşimiz dışındaki tüm işçiler iş başı yaptı. 35 işçi arkadaşımızın direnişi dayanışmamızla sürdü. Hukuk sürecini avukatlarımızın dayanışmasıyla kazandılar. Hemen akabinde Eskişehir Adularya işçilerinin başlattıkları direnişin taleplerinin kabul edilmesi doğrultusunda kamuoyu oluşturmak için çaba sarf ettik ve arkadaşlarımız 11. gün taleplerinin karşılanması üzerine direnişi noktaladılar. Akabinde Bartın Amasra’da HEMA şirketine bağlı Tarlaağzı ve Merkez işletmelerinde Ersamak ve Denfa adlı taşeron şirketlerde çalışan maden işçisi kardeşlerimizin işten atılmaları ve direnişleri gündeme geldi. Hızlıca direnen işçilerle yan yana geldik. Direnişin taleplerinin karşılanması için etkin bir kamuoyu oluşturma çalışması yürüttük. İşveren her iki direnişte geri adım atsa da örgütsüz maden işçisi kardeşlerimiz sonrasındaki zorunlu arabuluculuk (borçlu işçiyi patronun düşük önerisine mecbur bırakan sistem) sürecinde işverenin önerdiklerini büyük oranda kabul etmek zorunda bırakıldılar.

SONUÇ OLARAK

Maden iş kolundaki Türkiye Taş Kömürü İşletmeleri (TTK), Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ), Eti Bakır İşletmeleri gibi kamuya ait teşebbüslerin özelleştirilmesi (sermaye gruplarına peşkeş çekilmesi) sonrasında yaşam ve hastalık riskinin yüksek olduğu bu iş kolunda çalışmak, tam bir “can pahasına” dönüştürüldü. Özel işletmecilik mantığı gereği kuralsızlaştırma, esnekleştirme, güvencesizleştirme politikaları ile beraber işçilik, işçi sağlığı ve iş güvenliği maliyetlerinin adeta ortadan kaldırıldığı bir köleci çalışma biçimine geçiş yapıldı. İş cinayetleri ve katliamlar katlanarak arttı. İşçilerin emeği değersizleşirken yaşam ve hastalık riskleri arttı. Öte yandan, maden iş kolundaki çalışan sayısı 200 bine çıkarken bu iş kolundaki iki sarı sendika olan Genel Maden-İş ve Türkiye Maden-İş Sendikası’nda örgütlü işçilerin sayısı 34 bine kadar düştü. Yani bu ağır sömürü koşulları, sendikaları yozlaştırıp zayıflatarak ve işçileri örgütsüz kılarak mümkün oldu. 301 madencinin yaşamını yitirdiği “Soma Katliamı” sonrasında hem kamuoyunun yoğun baskısı hem de Soma yerelinde gelişen maden işçileri eylemleri nedeniyle AKP iktidarı, geri adım atıp yeraltı maden işçiliğinde önceden arttırdığı emeklik süresini tekrar 25 yıldan 20 yıla düşürdü. Ardından haftalık çalışma süresi beş güne indirildi. “Tek” asgari ücret olan maaşların taban sınırı çift asgari ücret olarak belirlendi. Mücadele ve kamuoyunun harekete geçme yeteneği, en azından yeraltı madenciliği alanında kazanım sağladı. Yerüstü madenciliğinde ise herhangi bir düzenleme söz konusu olmadı. Yine Soma’daki eylemler ve katliamın sarsıcılığı, maden iş kolundaki işçilerin gözündeki perdeyi yırtıp attı. Her maden havzasından, çalışma koşullarına ve düşük ücretlere karşı “fiili işçi direnişleri” ortaya çıkmaya başladı.

Özelleştirme politikaları, maden ve enerji iş kolunun işleyişini uluslararası ve yerli sermaye gruplarına bırakmak anlamına gelmektedir. Sınırlı sayıdaki kamu işletmesine yeni işçi alımları yapılmayarak süreç içinde tasfiye edilmeleri hedefleniyor. Özellikle Zonguldak ve Bartın Havzası bunun trajik bir örneğini oluşturuyor. Genel Maden-İş Sendikası, 90’ların başında 42 bin üyeye sahipken bu tarz bir özelleştirme siyaseti sonucu bugün, üye sayısı 7 binlere düşmüş durumdadır.

NE YAPMALI?

Bağımsız Maden İşçileri Sendikasında örgütlenelim!
Köyleri, ilçeleri, mahalleleri ve maden ocaklarıyla koskoca bir maden-enerji havzasında yaşıyoruz. Bir ucumuz Kütahya’ya bir ucumuz Muğla’ya kadar uzanıyor. Binlerce maden işçisiyiz ve havzada çalıştırmayı planladıkları işçi sayısının artacağını, çalışma koşullarımızın daha da kötüleşeceğini biliyoruz. Sermaye ve devlet doğdukları günden bu yana tüm dünyada sömürüyü arttırmak üzere çalışmaktadır. Sermayeye ve devlete güvenmiyoruz.

Ülkemizin kapatılan maden ocaklarından sürülüp havzamıza gelen işçi arkadaşlarımızın deneyimlerinin bizim deneyimlerimiz olarak görmemiz gerektiğini biliyoruz. Yerli-yabancı ayrımının maden işçisin bölmek için kullanıldığını biliyoruz. Soma katliamının gerçekleştiği tarihe kadar maden işçisin savunduğunu iddia eden sendikal anlayışın maden işçileri açısından bir ölüm makinesi haline geldiğini çok iyi biliyoruz.

Bizim adımıza karar veren, söz söyleyen, bizi temsil ettiğini iddia edenlerin bugün bizim yanımıza gelemediğini biliyoruz. Düşünen, sorgulayan bireysel ve kolektif tepki geliştiren tüm maden işçileri olarak birlikte karar alıp sesimizi daha güçlü duyurabilmek için komitelerde bir araya geliyoruz. Komitelerimizde kimseye mal-mülk unvan şan, makam sunmuyoruz. Bir tek zenginliğimiz var o da birliğimiz ve dayanışmamızdır.

Türkiye’de maden işçilerinin sınıf mücadelesi tarihini okuyoruz, izliyoruz, tartışıyoruz. Sendikal eğitimin nasıl olması gerektiği üzerine düşünüyoruz. Sendikal eğitim maden işkolu için öncelikle işçi denetimi demektir. Çalıştığımız galeriyi, alını, bacayı en iyi biz biliriz. Canımız pahasına çalıştığımız kömürün yarattığı tehlikeleri önlemek için sendikal eğitimler almalıyız. Yalnız eğitim değil, bu tehlikeler için tavır alabileceğimiz mekanizmalar da kurmalıyız.

Devlete ve sermayeye karşı sendikalarımızda söz ve karar sahibi olabilmeyi sağlamalıyız. Katliam sonucu ölen arkadaşlarımızın da sorumluluğu artık üzerimizde, tüm dünya unutsa da onların karanlıkta parlayan göz aklarını unutmayacağız. Köy köy, mahalle mahalle, işyeri, işyeri komitelerimizi büyüteceğiz. Sendikaları, işyerlerini ilerde ülkeyi birlikte karar alıp, birlikte yöneterek düzelteceğiz.

Belirttiğimiz süreçler göz önüne alındığında maden sektöründe sendikal mücadelelerin bildik yöntemlerle yapılmasının mümkün olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Artık mücadelenin araç ve yöntemleri değişmiştir bir taraftan ulusal bir sınıf mücadelesi yeniden kurgulanırken diğer yandan uluslararası sınıf dayanışmasını temel alan bir mücadele zorunluluk haline gelmiştir. Ancak unutulmaması gereken şey artık temel mücadele yönteminin fiili ve meşruiyetini kendi haklılığından alan ve kendini asla yasalarla sınırlamayan bir sınıflar mücadelesini sendikal mücadeleye tercüme etme becerisi ve bunun sorumluluğunu üstlenme zorunluluğudur.

BİZLER BUNA HAZIRIZ!

Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nın kuruluşu; tam olarak yukarıda ayrıntıları ile ifade edilen sömürü cenderesindeki işçilerin birleşik mücadele ihtiyacına tekabül ediyor. Eskişehir’de, Murgul’da, Zonguldak’ta, Bartın’da, Soma’da, Hekimhan, Aşkale, Divriği, İliç ve Yatağan’da, İvrindi’de, Kütahya’da maden işçileri; devletten ve sermayeden bağımsız, kitlesel, birleşik mücadele örgütünü yaratıyor, olanaksızlıklar içinde cüretle ve onurla…

ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ.