Büyük madenci yürüyüşü ve ‘grev denen olay’ – Hakkı Özdal

Geldiler bir büyük sesin harfleriyle ağızları dopdolu,
suskun çamuru küremek için kentin gölgeli
sokaklarından, sıyırıp almak için yıllardır gökyüzüne
birikmiş pası, ovmak için isli alnını sabahın. (*)

Bundan tam 28 yıl önce. 4 Ocak 1991 Cuma.

Genel Maden İş Sendikası’na bağlı maden işçilerinin 30 Kasım 1990’da başladığı grev 5 haftayı geride bırakmış. Tüm çevre kentlerden maden işçileri 35 gündür Zonguldak kent merkezinde ayakta. Madencilerin eşleri, çocukları, kent esnafı, öğrenciler, öğretmenler, mühendisler, gazeteciler, aydınlar; bütün Zonguldak halkı ayakta. İşçilerin istediği 2.5 milyon lira maaş ve 85 bin lira yevmiye talebine karşılık ANAP hükümetinin önerisi 1.2 milyon lira maaş ve 64 bin lira yevmiye! Türk-İş’in madencilere destek için 3 Ocak 1991 günü yurt genelinde gerçekleştirdiği genel grevin ardından Ankara’ya gitmeye ve hükümet üzerindeki baskıyı artırmaya karar vermiş madenci sendikası. Ama işçileri Ankara’ya taşıyacak otobüslerin kente gelişi devlet tarafından engellenmiş.

İşte o 4 Ocak Cuma sabahı, saat 9 buçukta, Genel Maden İş Sendikası binasının penceresinden, aşağıda toplanmış on binlere sesleniyor sendika başkanı Şemsi Denizer:

– Ankara’ya arabalarla gidecektik ama araçlarımız engellendi. Peki, yürümeye var mısınız?

Kadınlar, erkekler ve çocuklardan oluşan kalabalık bir çavlan gibi gürlüyor:

– Varıız! Bizi durduramazlar!
– On senedir bizden çaldıklarını geri istiyoruz!

Sonra dar sokak harekete geçmeye hazır bir kalabalığın güçlü sesiyle uğulduyor bu kez:

– Gemileri yaktık geri dönüş yok!
– Ölüm olsa sonumuz, Ankara’dır yolumuz! 
– Çankaya’nın şişmanı, madencinin düşmanı!

İşçiler ve ailelerinden oluşan 100 bin kişilik dev bir gövde, o gün Ankara’ya doğru, hiçbir ön hazırlığı yapılmamış bir yürüyüşe başlıyor. Türkiye işçi sınıfının, 1989 baharından beri devam eden tarihi direnişinin zirvesi bu. Emekçiler, askeri diktatörlük ve onun gönüllü devamcısı ‘liberal-muhafazakar’ sivillerce 10 yıldır gasp edilen haklarını geri almak için mücadele ediyor. Ve aynı zamanda, uluslararası kapitalist şirketlerle yerli ortaklarının, ülkenin madenlerine, tüm bir enerji sektörüne, sanayisine, bütün büyük kamu yatırımlarına yönelik tasfiyesine karşı gerçek bir sınıf direnci gösteriyor. Büyük şairimiz, merhum Kemal Özer’in bu yazının başına asılmış dizelerinde söylediği gibi:

“suskun çamuru küremek için kentin gölgeli
sokaklarından, sıyırıp almak için yıllardır gökyüzüne
birikmiş pası, ovmak için isli alnını sabahın.”

Bu kavganın sonucu Türkiye’nin önündeki yolu çizecek. Bir yeni ufuğa mı yürüyecek ülke; suskun çamuru, birikmiş pası ve sisli alnıyla mı kalacak? 1991’in 4 Ocak günü bir harp haritası gibi Zonguldak-Ankara yoluna seriliyor bu soru; iki ucunda iki kuvvet: Biri 10 yılın darbeleriyle hasarlı, sahici bir kurmaydan yoksun, ama kızgınlığıyla güçlü; diğeri kendi içinde siyasi kliklere bölünmüş, parçalı, ama 12 Eylül’de başladığı işi tamamlamaya kararlı iki sınıf.

Patron kurmayı Cumhurbaşkanı Özal’ın ağzından konuşuyor: “Zonguldak kömür havzasında işçiye verilen ücret, sattığınız kömürün bedelini karşılamıyor… Zararı 500-600 milyarı buluyorsa yarın yüzde 60 zam verdiğiniz zaman bu açık, bu zarar 1 trilyonun üstüne çıkar. Kim ödeyecek bu parayı. Üretim olmayan yere haddinden fazla para verirseniz enflasyonu körüklersiniz.”

* * *

Yedi yıllık iktidarının sonunda, 12 Eylül’le başlayan vahşi emek politikalarının sınırına gelmiş, 1989 baharındaki yerel seçimde ağır yenilgi almış, uyguladığı uluslararası program gereği madencilerin taleplerini reddetmek durumunda olan, bir yandan da Irak’a askeri müdahalesi an meselesi olan ABD Başkanı Bush’un yanında savaşa bulaşmak için pazarlığa girişmiş bulunan Özal, çok fazla seçeneğe sahip değildi.

Büyük medya desteğini kaybetmişti. Sağdan DYP, soldan SHP yeni bir alternatifin ayakları olarak bastırıyordu. Sistemin, hem büyük işçi direncinden hem de toplumdaki genel hoşnutsuzluktan en az hasarla kurtulabilmesi için ödenmesine razı olunacak bir ‘bedel’ haline geliyordu giderek. Ve adeta kendisi de bunu göze alıyordu. Tüm siyasi rakipleri “işçilerin yanında” görünerek, ona ve onun temsil ettiği politikalara karşı tepkiyi sırtlamaya çalıştılar. İnönü ve Demirel Zonguldak grevcilerinin yanına kadar gitmişti. Daha 1988’de grev gözcüsü önlüğünü giyerek Darphane grevine desteğe giden Refah Partisi İl Başkanı Tayyip Erdoğan da Özal’ın politikalarının karşısındaydı. Şöyle diyordu:

“Ülkemizde özellikle 1980 sonrası hükümetler işçi haklarına insan onuruna yakışmayacak şekilde ilgisiz kalmaktadır. Alın teri kutsallığını yitirmiştir. Ülkemizde işçilerimiz kira ücretlerini dahi ödeyemeyecek zorluklar içerisindedir. Bu zulme son verene kadar haklı ve kararlı mücadelelerin yanında olmayı inancımız gereği görev telakki ederiz.”

Özal, kendisinin ve partisinin siyasal sonunu getirecek şekilde restleşmeye devam etti işçilerle. Büyük madenci yürüyüşü, 5 gün sonra, tehditler ve sendika bürokrasisinin teslimiyetiyle Mengen’den geri dönerek büyük bir yenilgi aldı. Şubat ayında, devletin grev öncesi yaptığı teklifin bile altında bir sözleşmeye imza attılar. Sadece Zonguldaklı madencilerin değil, Türkiye işçi sınıfının ve Türkiye’nin yenilgisi oldu bu.

ANAP/Özal iktidarından, kangren olmuş bir organmışçasına vazgeçen sistem ise işçi eylemleriyle içine sürüklendiği krizden yeni alternatiflerle çıkmaya çalıştı. Hemen o yıl yapılan erken seçimlerde ANAP ağır bir yenilgi alıp üçüncü sıraya geriledi. Cumhurbaşkanı Özal Çankaya’da yürütme üzerindeki siyasal gücü ve denetimini kaybetmiş kadük bir ‘tek adam’ olarak kaldı. ‘Merkez’de DYP ve SHP oylarının toplamıyla ancak üretilebilen yeni iktidar seçeneğinin yanında, oyu yüzde 16’ya varan “İslamcı-ülkücü” (RP-MÇP) ittifakı, ülkenin geleceğindeki yeni iktidar odağı olarak kuluçkalandı. Türkiye’yi bugünlere getiren yol, işçi sınıfının Ocak 1991’deki yenilgisiyle açıldı. Ekmek ve özgürlük mücadelesiyle birlikte Türkiye’nin daha iyi bir gelecek seçeneği de döndü Ankara yolundan.

* * *

Şimdi bugün, yılın son konuşmasında, tarihe manifesto gibi bir not düşercesine, “Bizimle birlikte grev denilen olaylar ortadan kalktı, grevsiz bir toplum meydana getirdik” diyen Cumhurbaşkanına karşı; İzmir’deki İZBAN işçilerinin grevini yerel seçim öncesi kumpas olarak gören, gösteren, “Grev haktır ama bunu sadece İzmir’de yapmak, aklımıza farklı senaryolar getiriyor” diyebilen, bu konuda iktidarın illallah dedirten ‘dış güçler’ argümanına benzer bir komploculuğa saplanmaktan gocunmayan bir muhalefet ile karşı karşıyayız.

Ankara’da TEKEL işçilerinin karşısına cop ve gazın zorunu çıkaran, 1 Mayıs’ı istediği yerde kutlamak isteyen işçilere “Ayaklar baş olamaz” diyebilen, insanlık dışı çalışma koşullarına tepki gösteren inşaat işçilerini teröristlikle suçlayıp hapis yatıran, yöneticileri ücretli poşeti eleştiren market kasiyerlerini bile işsiz bırakıp süründürmekle tehdit eden iktidar siyasetinin emek ve işçiler karşısındaki pozisyonu ortada. “Grev denilen olayı”, işçilerin hakkını vererek değil, yasaklayarak gerilettiklerini elbette bütün toplum biliyor. Emeğin dayanışmasını, çalışanların örgütlülüğünü ve kazanılmış hakları tasfiye ederek bunların yerine lütuf gibi sunulan ‘sosyal yardım’ı geçiren; ‘aşağıdakilerle’, siyasal karşılığı neredeyse şantaj düzeyinde talep edilen bir niyaz ilişkisi kuran; ‘OHAL sayesinde grev yaptırmadık’ diye övünen bir siyasetin; bunca açık görünen sınıfsal kimliğini, alıcısı giderek azalan bir “kültürel çatışma” perdesinin arkasında gizlemeye çalışması, artık bir ‘akıllıca taktik’ olmaktan öte seçeneksizlik olarak görülmeli. Bazı burjuva fraksiyonların Malta vatandaşlığıyla, dışarıya nakit transferiyle güvence aradığı ortaya çıkmışken, bizzat iktidar etrafında palazlanmış sermaye grupları arasında aleni çıkar/paylaşım çatışmalarının izleri görünmeye başlamışken, “ülkenin kaymağını yiyen elitler” diye bazı semtleri, yaşam tarzlarını, siyasal görüşleri işaret etmek, dahice bir manevra olarak değil de, yapılabileceklerin en iyisi olarak tercih ediliyor olmalı.

“Kültürel çatışma” izleği, toplumun en kalabalık kesimine söyleyecek sözü kalmamış bir siyasal iktidarın, asıl meseleyi görünmez kılmak için kumpanyasını kurduğu bir gölge savaşı. Hakikat ise en kristal ifadesini “Grev denen olayı kaldırdık” vecizinde çoktan bulmuş durumda. Bunun bir benzeri, 2015’ten beri sürdürülen “Artık Kürt sorunu yoktur” argümanında yankılanıyor. Ülkenin en önemli iki meselesi karşısında takınılmış bu birbirine paralel tutumlar; kimin elit tabaka olduğu, kimlerin ülkenin kaymağını yediği ve gerçekte kimin “eski bir Türkiye’de” kalıp gelecekten kaçtığı sorularının yanıtlarını da içeriyor.


(*) Şiirin tamamı şöyle:

ZONGULDAK

Yerin derinliklerinden geldiler, ellerinde
susmak bilmeyen bir yer altı güneşiyle, ne kadar
diplere bastırılsa o kadar boğulmak bilmez yankısıyla
yüreklerinin.

Ağır ağır geldiler, karanlık sarnıçlardan sıza sıza,
sağır küplerde birike birike, yararak kaslarının içine
yuvarlanmış sızıları ve ciğerlerinde yer etmiş
ışıksız lekeleri.

Geldiler bir büyük sesin harfleriyle ağızları dopdolu,
suskun çamuru küremek için kentin gölgeli
sokaklarından, sıyırıp almak için yıllardır gökyüzüne
birikmiş pası, ovmak için isli alnını sabahın.

Anıt bildiler sıradan ve gösterişsiz bir günü, diyecek
sözleri varsa anıt bildiler, akacak bir yatağı varsa
ırmaklarının ve atacak köprüleri varsa anıt bildiler,
toplandılar o anıtın çevresine.

Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla, yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.

Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına, yeni
yollarla tanıştı ayakları, her gün yeni kabuklar çatladı,
yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini, bir kent
oldular sonunda

ve adını değiştirdiler ülkenin.

Kemal Özer
XX. Yüzyıldan Duvar Kabartmaları / Bütün Şiirleri – 2, sf. 303, Yordam Kitapları, 2000

Kaynak: Gazete Duvar